Yazara göre Arşiv:

Süper Omlet

Şimdi size sevdiğiniz kişiyi ele geçirmeniz için son bir tüyo vereceğim. Bildiğiniz düz, kuru omletleri unutun. Sene 1993. İlk ve son defa Önder abimden gördüm bu tekniği. Bir iki ufak değişiklik yaptım ve karşınızda süper omlet:

malzemeler
Malzemeler: 2 yumurta, 2 buçuk dilim Pınar burger peyniri, tereyağı, tuz, karabiber (isteğe göre). Peynirde marka vermek durumunda kaldım çünkü bildiğim kadarıyla bu burger peyniri sadece Pınar’da var. Ve hem rengi hem de tadıyla yumurtayla acayip uyum sağlıyor. İstediğiniz peyniri kulanabilirsiniz. Cheddar’la da güzel oluyor.


Tahmin edeceğiniz gibi yumurtaları çırpıyoruz. Tuz ve karabiberin yanında tereyağını da erittikten sonra yumurtaya ekliyorum. Böylece yağ tavada yanmıyor ve homojen şekilde omlete karışmış oluyor. Yumurtayı pişirmemesi için biraz ılındıktan sonra yavaşça yumurtaya dökün ve bu sırada durmadan yumurtayı çırpın. İyi bir omletin sırlarından biri de iyice çırpmak.


Hazırladığımız karışımı orta ateşteki orta boy “yapışmaz” tavaya döküyoruz. Tavanın düz durması lazım ki omlet tek tarafta birikip saçmalamasın. Tava eğimli duruyorsa elle müdahale ederek her yerde eşit kalınlıkta olmasını sağlayın. Kısa sürede pişecek zaten.


Omletin alt kısmı pişmiş fakat üst kısmı halen bir miktar sıvı haldeyken dilim peynirleri omletin bir yarısına özenle yerleştiriyoruz.


Ve zurnanın zırt dediği yer. Sevdiğinizi elde edip edemeyeceğiniz bu kısımda belli olacak. Şimdi omleti ortadan ikiye katlamanız gerekiyor. Sade kısmı peynirleri döşediğiniz kısmın üzerine gelecek. Daha fazla yumurta veya daha küçük bir tava kullandıysanız kalın bir omlet elde edeceksiniz ve bu işlem daha zor olacak. 3-4 yumurta da kullanabilirsiniz ama ona göre büyük bir tava seçmeniz iyi olur. Bu aşamada oluşacak ufak tefek çatlaklar, yırtılmalar önemli değil. Sadece içerideki herşeyin akıp gitmemesine dikkat edin.


Katladığınız anda içerisinin ne kadar sıvı olduğuna bağlı olarak bir süre daha pişirmek isteyebilirsiniz. Üst taraf darmadağın olduysa bu şekilde ters çevirip o kısımları pişirerek onarabilir ya da iyice yüzünüze gözünüze bulaştırabilirsiniz. O kısmı size kalmış. Bu işlem sonucunda içinin nasıl olduğunu görmeniz için ufak bir çizik attım tam ortasına.


Bununla da kalmadım, buyrun ortadan ikiye böldüm. Ortadan akan yumurtayla karışmış peynir. Yumurta gibi görünmesi ama aslında o kadar sıvı yumurta içermemesi en hoşuma giden kısım.

Kolay gelsin…

Samsung LCD TV’lerdeki Açılma Sorunu ve Tamiri

UYARI: Anlattığım çözümün farklı marka TV’lerde geçerli olup olmadığı veya burada anlatılandan farklı sorunların nasıl çözüleceğiyle ilgili sorular geliyor. Bu konular hakkında hiç bir fikrim yok. Bu yöndeki yorumları bundan sonra yayınlamayacağım. Anlayışınız için teşekkürler.

Yaklaşık 3 sene önce aldığımız Samsung LE40M87BD model televizyon geç açılmaya başladı. Normalde açılırken “çıt” diye bir ses çıkarır. 2-3 haftadır “çıt-çıt” yapıyor, 1-2 dakika sonra anca açılıyordu. İnternetten araştırınca bunun cihazın güç kaynağındaki bir sorundan kaynaklandığını öğrendim. Dünya çapında bir çok kişi aynı sorunu yaşıyordu. Hemen hepsinde de 2 senelik garanti süresi bittikten kısa süre sonra sorun ortaya çıkıyordu. Elektronikten anlamam ama okuduklarıma dayanarak söylemem gerekirse sorunun kaynağı şu: Adamlar 12 Volt elektrik geçen güç kaynağı devresine 10 Volt kapasiteli kapasitörler takmışlar. Bu da kapasitörlerin zamanla şişmesine ve bozulmasına yol açıyor. Neden böyle olmuş bilinmez ama üretim hatası olduğu kesin.

Sorunu gidermek için şişen kapasitörleri değiştirmek yeterli. Üretim hatası olduğunu kabul eden Samsung, Amerika ve İngiltere gibi yerlerde ücretsiz bakım yapıyor. Ben de hemen Türkiye çağrı merkezini aradım ve sorundan bahsettim. Beni bölgemdeki servise yönlendirdiler. Onlara da sorundan bahsettim; üretim hatası olduğunu ve bazı ülkelerde ücretsiz onarım yapıldığını söyledim. Fakat Türkiye’de böyle bir uygulama yokmuş. Sık karşılaşılan bir durum olduğunu ve servis ücretinin minimum 300 lira civarında olacağını söyledi. Ben de dünyadaki bir çok kişi gibi kendim tamir etmeye karar verdim.

Aynı sorunu yaşıyorsanız ve garanti süreniz dolduysa yapmanız gereken ilk şey televizyonun içini açıp kapasitörleri kontrol etmek.

1- TV’yi yumuşak ve düz bir yüzey üzerine ekran altta kalacak şekilde yatırın ve arkasındaki tüm vidaları çıkartın. Tüm vidaları tam olarak gevşettiğinize emin olunca kapağı fazla zorlamadan kaldırıp başka bir yere koyun. Ters çevirirseniz bütün vidalar dökülür, buna dikkat.

2- TV’nin içinde orta kısımda bulunan devreyi kontrol edeceğiz. Üzerinde kapak varsa onu da çıkarın. Sağ üst köşesinde bir grup devre elemanı olacak tüp gibi. Bunların üst kısımları bombe yapmış mı diye kontrol edin (resimler aşağıda). Sadece bir tanesi ya da bir kaç tanesi olabilir. Şişen kısımdan siyah bir sızıntı da olabilir.
AHAN DA!

Eğer böyle bir sorun yoksa tamirci çağırmanız daha iyi olacaktır. Bombeyi gördüyseniz okumaya devam..

3- Malzemeler:

  1. Havya (40 watt civarı)
  2. Lehim teli
  3. Lehim sökme pompası
  4. Yeni kapasitörler

Kapasitör seçimi: Şişen kapasitörler yerine yenilerini alırken dikkat etmeniz gereken 2 temel kriter var. Üzerinde yazan uF ve voltaj değerleri. Benimkiler 2200 uF, 10V idi. Bizim yapmamız gereken ise daha yüksek voltajda çalışabilen bir parça almak. Yani uF değeri aynı, voltaj değeri daha yüksek olacak. Bu, aletin o voltajda çalışacağını değil o voltaja kadar dayanabileceğini gösteriyor. Çok yüksek değerde almamakta fayda var. İleride başka sorunlara yol açabilir. Benim patlayan kapasitörler 10V olduğu için ben 16V olanlarından aldım. Muhtemelen sizin için de aynı şey gerekecek. Patlayanların bir tık üzerini alın.

Avrupa yakasında Karaköy’de, Anadolu yakasında Yazıcıoğlu’nda rahatlıkla bulunabilir. Çevrenizde ki elektronikçilere de sorabilirsiniz.

Pompa denilen şey mevcut lehimi sökerken yardımcı oluyor. Lehimlenen yeri havyayla dokunarak eritiyorsunuz. Sonra pompa onu hüp diye çekiyor. Bunun yerine emici bir takım materyallerde var. Ama erimiş lehimi bezle falan silip devre kartının üzerine sıçıp sıvamayın. Hassas bir iş olduğu için usulüne uymakta fayda var.

4- Hasarlı parçaların bulunduğu kartı vidalarını ve üzerine bağlı olan kabloları sökerek yerinden çıkartın. Daha sonra kabloları geri takarken apışıp kalmamak için sağlam halde son bir fotoğrafını çekin.

Üzerinizdeki elektrik yükü bazı parçalara zarar verebilir. İşe başlamadan önce radyatör peteğine falan dokunup elektriğinizi atın. Devre üzerindeki parçalara dokunmamaya özen gösterin. Isı emici aluminyum parçalardan tutabilirsiniz.

5- Çıkartacağınız arızalı parçaların bağlantı yerlerini kartın arka tarafında işaretleyin. Böylece yalnış parçaları sökme ihtimaliniz azalır. Ön ve arka tarafta ilgili parçaya ait kodlar görebilirsiniz. Bunları kullanarak sökülecek yerleri işaretleyin.

6- Havyayı iyice ısıttıktan sonra işaretlediğimiz yerlere değdirerek lehimi eritin ve pompayla hüp diye çekin. İki bacağını da çözdüğünüz parça diğer taraftan tutup çekince çıkacaktır.
Lehim sökme

7- Çıkardıklarımızın yerine yeni kapasitörlerimizi takarken + – kutuplarına dikkat etmemiz gerekiyor. Herhangi bir ibare yoksa uzun olan bacağın + kutup olduğunu varsayabilirsiniz. – kutup tarafında gri bir çizgi de olabilir. Devre kartının üzerinde veya arka tarafında kutuplardan en az birini belirten işaret olmalı. Buna göre yeni parçayı takın ve bacaklarını arka taraftan kıvırın -ki düşmesin.

8- Lehimleyin. Bunları ben de hayatımda ilk defa yaptım. Gerekiyorsa Youtube’tan falan nasıl yapıldığına bakabilirsiniz. Çok fazla lehim kullanmayın. Sağa sola taşmasın ve diğerlerinde nasıl görünüyorsa benzer şekilde yapmaya çalışın. İlk yaptığınızda eriyen lehimin şekli yamuk yumuk olabilir. Havyayı buna bir kez daha değdirip eridikten sonra hemen çekerseniz şekli düzelecektir.

İşlem bittikten sonra bacakların dışarıda kalan kısımlarını koparmanız gerekiyor. Ben sağa sola bükerek zar zor kopardım. Tam dibinden alabilecek kerpeten gibi bir aletiniz varsa çok iyi olur.

İşte yeni kapasitörlerimiz yerlerinde. Eskilerine göre boyutları daha büyük ama rahat rahat sığıyorlar.
No bombe

9- Herşeyi çıkardığınız gibi yerine takın. Parça arttırmadıysanız kendinizi tebrik edebilirsiniz.

10- Herşey yolunda gittiyse hayat boyu anlatacak bir hikayeniz oldu. Bozulan LCD televizyonunuzu açıp tamir ettiniz. Resmen!

Maliyet:

  • Kapasitörler: 1 TL (2 adedi)
  • Lehim, havya, pompa seti: 15 TL

Benim ucuza aldığım havya ilk çalıştırdığımda kendi kendini yaktı ve bozuldu. Babamdan aldığım havyayı kullandım. Siz de tanıdıklardan ödünç alabilirsiniz. Yenisini alacaksanız fazla ucuza kaçmayın.
Ayrıca bulabilirseniz daha pahalı ve kaliteli (örneğin Japon malı) kapasitörleri tercih etmeniz iyi olur.

Sonuç: Samsung, TV almak için görüş isteyenlere tavsiye ettiğim bir marka idi. Bu olaydan sonra güvenimin sarsıldığını söylememe gerek yok. Üretimde bu gibi hatalar olmasını anlayabiliyorum. Bazı ülkelerde bu mağduriyet giderilirken diğerlerinde müşterilerine yüzlerce liralık fatura çıkarmalarını ise kurum içi iletişimsizliğe bağlıyorum. Umarım yetkililer bunu görür ve en kısa zamanda gerekeni yaparlar.

Bir Motosiklet Kazası

Yaklaşık 2 ay önce bir motosiklet kazası geçirdim. Halen geceleri kafamı yastığa koyduğumda tekrar tekrar yaşadığım bazı anlar ve değişen bazı düşüncelerim var. Bunları paylaşmak istedim.

Gökçeada

Sinem’le çıktığımız Şeker Bayramı tatilimizin son durağı Gökçeada’daydık. Sabah motorla epey bi dolaştıktan sonra bir yere yerleştik ve adanın geri kalanını keşfetmek için tekrar motorun başına geldik. İkimizin üzerinde de kask, mont, eldiven  ve korumalı botlar vardı. Sinem korumalı pantolon giymesine rağmen ben biraz koyvermiş, en sevdiğim kot pantolonumu giymiştim. Sinem, normalde kendisinin korumalı pantolonu üzerine taktığı dizlikleri takmam için ısrar etti. Diz ve kaval kemiğinin büyük kısmını kaplayan koca dizlikler… Önce itiraz ettim, biraz tartıştık ama sonra kabul edip dizlikleri taktım. Biliyorsunuz, bazı hikayelerde duvara asılı tüfekten bahsediliyorsa, o tüfek bir ara muhakkak patlar. Neyse…

Gökçeada Yolları

Oldukça sapa bir yola girmiştik. Bizden başka kimse yoktu. Arada bir durup fotoğraf çekiyorduk. Keskin bir virajın hemen yakınında fotoğraf çekmesi için Sinem’i indirdim. Ben de az ileriye kadar gidip uygun bir yerden geri dönecektim. Yol oldukça dardı ama daha fazla uzaklaşmadan dönmeye karar verdim. İleri geri fazla manevra yapmadan çabuk döneyim diye yolun mıcır olan yan kısmında arka tekerleği kaydırarak dönmek istedim. Zaten asfalt veya toprak yollarda defalarca yapmıştım. Fakat mıcır farklıymış arkadaşar. Mıcır fena kayarmış. Arka frene asıldıktan bir kaç milisaniye sonra kontrolün artık bende olmadığını anladım. O hissi biliyor musunuz? Kontrolü kaybetmenin getirdiği dehşet hissi… Henüz kaza başlamamışken, ufacık bir umudun olduğu, halen sağlam olduğunuz bir an… Halen o an aklıma gelip duruyor. Az sonra ne olacağını bilmiyorum ama iyi olmayacağı kesin gibi.

O andan sonra hatırladığım ilk şey havada olduğum… Motorun üzerinden uçmuşum, hatırladığım kadarıyla bacaklarım yere yakın, geri kalan kısmım havada. Bu sırada 750 CC’lik Moto Guzzi de tamamen yan dönmüş ve yatmış şekilde havadan beni izliyor. Sol bacağıma hafifçe çarpıyor veee ÇAT. Ve bacağımda hafif bir yanma… “Evet, sanırım bu bahsettikleri kırılma sesi” diyorum içimden. Daha önce bi tarafları kırılmış olanlar bu sesi duyduklarını söylemişlerdi.

Daha sonra hatırladığım sahnede ise sırt üstü yerdeyim. Bir iki saniye öylece yattım. Kafamı toparladım. Sonra birden sakinleştim. Artık bitmişti. Alacağım tüm darbeleri almış, bilincim gayet açık ve ağrısız bir şekilde yerde yatıyordum. Akşam üzeriydi, ışık çok güzeldi ve çıt çıkmıyordu. Peki bu çıt çıkmayan yerde biz şimdi ne yapacaktık. Bu sefer birden panik başladı. Ellerimi ve kollarımı kontrol ettim, çalışıyorlardı. Sol bacağımı oynatamıyordum. Sinem’in halen olanlardan haberi yoktu. Zaten tüm bunlar bir kaç saniye içinde oldu. Virajın açısından dolayı birbirimizi göremiyorduk, anlaşılan duyamıyorduk da. Onu göremeyince içimdeki panik duygusu daha da arttı. Hatta kızdım neden halen uyanmadı mevzuya diye. Gücümü toplayıp kaskımın içinden avazım çıktığı kadar bağırdım, “Sineeeem” diye.

Yolun ucundan beni gördü ve koşarak gelmeye başladı. Gördüğü manzara korkunçtu. Motosiklet yere yapışmış, ben de motorun iki metre ilerisinde yerde yatıyorum! Hareket edebildiğimi ve iyi olduğumu ona göstermek için eldivenlerimi çıkarmaya başladım. Sonra kaskımı da çıkardım. Yanıma gelince bacağımın kırıldığını söyledim. Saniyeler içinde 112’yi aramış, görevliye durumumu ve yerimizi tarif etmeye başlamıştı. Yerimizi de tam olarak bilmiyorduk. Elimizden geldiğince tarif ettik. Bu durum beni biraz korkuttu. Kimbilir bizi ne zaman bulacaklardı, bacağım ne olacaktı?

Hızla araç falan gelirse bi de o beni ezmesin diye iki yöne de kasklarımızdan engeller koydu Sinem. Ben bu arada tekrar sakinleşmiş, Sinem’den fotoğraf çekmesini istiyordum. O olayı hatırlamak istemeyeceğini söyledi, ben de hak verdim (gerçi sonra pişman da olduk). Bir kaç dakika sonra bir araba göründü. Ambulans değil. Sinem içinden inen insanları uzaklaştırmaya çalıştı. Bu çok önemli, çünkü yardım etmek isterken daha fazla zarar verebilirler. Şansımıza birisi adada doktormuş. Başka önemli bir yaram var mı diye çeşitli kontroller yaptı. Doktor, ailesi ve arkadaşlarıyla biraz muhabbet ettik, gülüştük. Doktor tekrar 112’yi arayıp yerimiz güzelce tarif etti. Sonra gönderdik onları gittiler.

Ambulansla gelen doktor dizliğimin o sırada atel vazifesi gördüğünü, hiç oynatmak istemediğini söyledi (al işte tüfek patladı). Düştüğüm pozisyonu hiç bozmadan sedyeye aldılar ve hastaneye doğru uzun bi yolculuk başladı. Hastanede röntgen çekildikten sonra sonuçları inceleyen doktorların konuşmalarından ve ses tonlarından bu işten ucuz kurtulamayacağımı anlamıştım. Bacağımı alçıya alıp beni göndermeyeceklerdi. Bayram günü Acil’e çağırılan tecrübeli doktor bacağıma sağlam bir atel yaptı. Sol bacağının alt kısmında üç yerden kırık var dediler. Dize de bakmak lazım, şu an net görünmüyor dediler. Beni ambulans “helikopterle” Çanakkale’ye sevk etmek istediler ama hava kararmaya başladığı için helikopter kalkamıyordu. Bu sefer acil botla gönderelim dediler, o da rüzgardan dolayı kalkamıyordu. O geceyi Gökçeada’da hastanede geçirip ertesi sabah helikopter kaldırılmasına karar verildi. Bacağımda morarma olmaması iyi haberdi. Kırılma daha farklı bir şekide olsa damarlarım da zarar görebilir, acil ameliyat gerekebilirdi. Şans işte… Gece biraz zor geçti ama Sinem hiç başucumdan ayrılmadı. Sabah helikoptere bineceğim için heyecanlıydım biraz. Diğer yandan korkutucuydu. Helikopterlik neyim olabilirdi ki?

Bundan sonrası kesin teşhis ve tedavi süreci… Asıl anlatmak istediklerim kazayla ilgili olduğu için daha fazla uzatmiycam. Sonuç olarak İstanbul’da ameliyat oldum. Kırık dizimin içine kadar gidiyormuş. Alt bacağa boydan boya platin takıldı. Onu sapasağlam sabitlemek için tam 11 adet çivi, dizdeki çatlağın kenarlarını birleştirmek için 1 adet vida kullanıldı. Ameliyat için bacağımda açılan 4 kesiğe 37 dikiş atıldı. Tüm bunlar tahmini 10 KM/sa hızla giderken yaptığım bir kaza yüzünden oldu!

Kaza yapmaya giderken

Motosikletle kaza yaparsam başıma bir şey gelme olasılığının yüksek olduğunu biliyordum. Fakat “ölmediğim sürece nasıl olsa doktorlar tamir ediyor” diye düşünüyordum. Öyle değil! Bozulan parçaları değiştiremedikleri için her zaman hasardan bir iz kalıyor. Bende ne kalır bilmiyorum. Henüz tam olarak iyileşmeye bir kaç ay uzaklıktayım. Ama durumlar iyi. Bu arada anladım ki ameliyata tedavi gözüyle bakmak, kürtaja doğum kontrol yöntemi olarak bakmaya benziyor.

Ameliyat sonrası bacağım

“Bir taraflarım kırılırsa yatar iyileşirim, sonuçta zamanla iyileşiliyor” diye düşünüyordum. O zaman o kadar rahat geçmiyormuş. Zaten zamanla iyileşir diye kesin bi şey de yok. O süreçteki belirsizlik de cabası.

“Güvenli sürüş de bi yere kadar, arada bir motorla artislik de yapmak lazım” diye düşünüyordum. Bunu düşünürken ve yaparken neleri göze almanız gerektiğini de iyi düşünün. Her zaman güvenli sürüşü tercih edin. En azından trafikte veya dağın başında artislik yapmayın.

“Kırık olsa duramazsın” özdeyişini yalanlamış oldum. Ameliyattan sonraki bir kaç saat hariç kayda değer bir ağrı hissetmedim. Bunda, kırılan kemiklerimin sürüş sırasında giydiğim dizlikten dolayı fazla dağılmamış olması da etkili olabilir.

En sevdiğim kot pantolonum doktor tarafından kesildi. Siz müdahale sırasında “En sevdiğim pantolonumdu” gibi saçma salak espriler yapmaya çalışmayın. Uyuz olup daha sonra şort olarak kullanamayacağınız şekilde kesiyorlar.

İşte o pantolon

Sinem‘in tüm bu süreçte benim için yaptıklarını düşününce gözlerim doluyo.

Dastiler

Laphroaig – 10 Yıllık

Laphroig damıtım evi

Okunuşu Lafroyg. Bunu ilk olarak yurtdışından gelen kayınbiladerime ısmarlamıştım. Eve biraz geç geldim ve geldiğimde herkes uyumuştu. Merak edip hemen açtım ve tadına baktım. Sonuç: ŞOK! Bu resmen, bildiğin kömür suyuydu. Abartısız bi 15 dakika kadar masada öylece şaşkınlıkla oturup “bu ne ya” diye düşündüm. Değişik viskiler denemeye yeni başlamış biri olarak acayip hayalkırıklığına uğramıştım. Çünkü viskiden beklentim bu değildi. Ne bileyim, böyle meyvemsi, hafif tütsülü bir şeydi viski diye bildiğim şey. Bunu sipariş etmeden önce yaptığım araştırmayı biraz genişletince gördüm ki bu Islay (ayley okunuyor) bölgesinde üretilen tüm viskilerin genel özelliğiymiş. Laphroig de bunların arasında en yoğun aromaya sahipmiş.

Laphroig hakkında söylenen şeylerden biri de tadanların ya ondan nefret ettiği ya da çok sevdiği… Ben şüphesiz ki nefret edenlerden olmuştum. Kömür tadının yanında bir de tam olarak tanımlayamadığım “otumsu” bir tad alıyorum bundan. O da ilk başlarda bi tiskinti yarattı bende. Ot derken böyle bir ay suda bekletilmiş arpa tadı gibi bir şey, daha doğrusu onun suyu.

Efendim ben bunu tadımlık kategorisinden çıkarıp gelen arkadaşlarla bir güzel bitirdim (çabuk kurtulayım diye). Sonra inanmazsın o tadı arar oldum. Korkarım ki nefret edenler grubundan çıkıp hastası olanlar grubuna girmiştim. Hemen ilk yurtdışından gelen tanıdığıma yine bir Islay viskisi olan Bowmore ısmarladım. Evet bu da oldukça isliydi ama daha dengeli, daha yumuşak bir şeydi. Bowmore “hard rock” ise Laphroig “death metal”di.

Şimdi yine evde bir şişem var. Bardağa doldurmaya kıyamıyorum. İsli, hatta kömürümsü tadı çok uzun süre damakta kalıyor. Resmen kömür koktuğumu bile hissediyorum. Bunu içip birinin yanına sokulsam ve bütün gün sırtımda kömür taşıdığımı söylesem inanır, o derece. Ha bu arada 40 derece, alkol.

Damıtım evinin tarihçesi, turba ve bu viskiye etkileri, diğer çeşitleri gibi bir çok konuya değineceğimi sanıyordum ama şimdiden uzun bir yazı oldu. Merak ettiğiniz bir şey varsa yorumlarda tartışak.

Viski Maceralarım


Viskiyle tanışmam yaklaşık 10 yıl öncesine dayanıyor. Daha önce de tatmıştım tabii ama uzun süre nefret ettiğimi söyleyebilirim. Hatta viski için yaptığım tanımlama “içemediğim tek içki” idi. Bursa’da talebe olduğum bir gün arkadaşlarla eve giderken Migros’tan viski aldık. Yanında da çikolata falan… O gün viskiye alıştım. Ardından bir kaç kez daha bakkaldan aldığım ucuz viskilerden içtim. Ev arkadaşım Alper’le gazoz içerek Need for Speed Porsche oynadığımız bir gece “viski olsa da şimdi içsek” demem üzerine harçlığını bankadan çektiği gün elinde küçük bir şişe Johnnie Walker ile gelmesi bana insanlık namına çok şey öğretmiştir. Neyse, ben bu mereti bayağı sevmeye başladım. Yıllar boyu sağdan soldan buldukça içtim. Öyle şişesine para yatıracak kadar zengin değiliz tabii. Bu arada bir çok arkadaşımla bu zevki paylaşmaya çalıştım. Başlarda olmadı, tiskindiler. Ama yok içine kola koydum, haydi buz attım derken alıştılar. Şimdi ortamlarda viski içerek hava basabiliyorlar.

İki sene önce bir yerlerden elime eskimiş bir kitapçık geçti: “Blöfçünün Rehberi: Viski“. Bundan “single malt scotch” viskinin asıl viski olduğunu öğrendim. Kaynaklarım ne güzel değil mi?
Temel olarak 4-5 çeşit viski var. Bunlara detaylı değinmeyeceğim. Ama viskinin çok çok eski bir İskoç icadı olduğunu bilmekte fayda var. Üretim aşamasında Sadece İskoç topraklarında bulunan ve turba denen bir malzeme kullanıldığı için İskoç viskisi taklit edilemiyor. Bizim bildiğimiz viskiler genelde blend, yani harman viski oluyor. Bunlar çeşitli damıtım evlerinden aldıkları viskileri karıştırıyorlar. Johnnie Walker ve J&B bu tip viskilerden. İçlerinde 40 civarı farklı viski bulunuyor. Çok meşhur Jack Daniel’s ise bir çeşit Amerikan viskisi. İskoçlara özenilerek yapılmış bir taklit muamelesi göstermek gerekiyor (Blöfçünün Rehberi’nden). Single malt ise tek bir damıtım evinden çıkan viskiye deniyor. Bunlar içinde yıllandıkları, nefes alabilen meşe fıçılar sayesinde bulundukları yerin havasından etkileniyor. Bu yüzden damıtım evinin deniz kenarında, ovada ya da dağ başında olması gerçekten fark ediyor. Yine damıtım evinin bulunduğu bölgeye bağlı olarak kullanılan kaynak suyu, nem oranı v.b. çevresel koşullar orada üretilen viskiye karakterini veriyor.

glenfiddich12Suriye gezimiz dönüşünde free shop’ta hemen bir tane buldum. 12 yıllık bir Glenfiddich. Tam hatırlamasam da 20 Euro gibi bir fiyatı vardı. Daha o anda single malt’ın ayrıcalıklı dünyasına giriş yaptım. Free shop’ta görevli kadın yanıma gelerek bunun gerçek viski olduğunu, doğru bir tercih yaptığımı söyledi. Hiç bilmiyormuşum ve ondan her an vazgeçebilirmişim gibi bir tedirginlik vardı üstünde. Böylece gerçek viski maceram başlamış oldu. Tadını tam hatırlamasam da bu işe başlamak isteyen herkese tavsiye ederim 12 yıllık Glenfiddich’i.

Viski aslında en az %40 alkol oranına sahip, kolonya gibi bir şey olsa da içinde barındırdığı tatların çeşitliliği şaşırtıcı. Bu arada hangi viskileri içeceğimizi öğrenmişken viskiyi nasıl içeceğimizi de öğrenelim. Oda sıcaklığında içmeniz gerekiyor. İçine bir kaç “damla” iyi kalitede su eklenmesi tavsiye ediliyor. Bu, tatların ortaya çıkmasına yardımcı oluyormuş. Viskiye kola, soda, meyve suyu gibi şeyler katmak günah! Paranıza yazık. Diğer viskileri isterseniz hoşafla için, hiç umurumda olmaz. Yine bir gün davet üzerine bulunduğum klas bir barda (doğum günü kutlaması lan) harcamalarımı kontrol edemeyecek kadar kafayı bulmuş durumdayken viski içesim tuttu. Bara gidip baktım, rafta Jack var. Tam sipariş veriyordum ki yanındaki Macallan’ı gördüm. Bu bizimkilerden biri, daha önce de tatmıştım. “Ha yok şundan olsun” dedim. İnanmazsınız barmen birden kendine geldi. Kaşını gözünü oynattı, kafa falan salladı. “Türkiye’de single malt içen çok az kişi vardır” gibi şeyler söyledi. Eeeh! O andan sonra kim tutar beni. Eşim Sinem iş için yurtdışına gidip geldikçe farklı tatlar deneme fırsatım oldu. Ne alaka diyorsanız free shop olayı. Zira geçen gün indirimli fiyatıyla 35 Euro’ya aldığı Glenmorangie Lasanta yurdumuzda 250 liraya bulunabiliyor.

Bu arada Sinem viski merakımdan dolayı bana feci şekilde uyuz oluyor. Şarap merakım olsa kesin hasta olurdu. Şarap daha entel bir şey ya… Oysa viski kalantor işi gibi duruyor. Ama öyle düşünmeyin. 300 kişinin yaşadığı küçük bir İskoç adasından gelen, yöreye has turbayla tütsülenmiş, kah deniz kenarında kah mahzende 12 yıl meşe fıçıda beklemiş, ta oralardaki iyot kokusunu evinize getiren bir şeyi reddetmek her entelin harcı değil Sinem.

Şu ana kadar tattıklarım arasında 12 yıllık Glenfiddich, 15 yıllık Glenfiddich, 12 yıllık Macallan, 10 yıllık Jura, 10 yıllık Laphroaig ve Glenmorangie Lasanta bulunuyor. Bunları da ayrı ayrı anlatıcam sonra. Bir de kim ne yazmış diye bakarken kendime arkadaş buldum. Buradan da faydalanabilirsiniz: http://whiskymonologues.blogspot.com

Meraklısına çok özel döküm demir tava veriyorum


Döküm demir tavalar ve et pişirmeyle ilgili yazdığım yazılara, Hecha markasının kurucusu Yağız İzgül’den de yorum geldi. Çok özenerek yaptığımız “seasoning” işlemi gerekli mi değil mi, aldığımız tavalar emaye kaplı mı çıplak demir mi sorularına açıklık getirdi. Mevzuat gereği Türkiye’de kaplamasız ürün satmak yasak. Çünkü bunlar paslanabiliyor ve çok iyi bakılması gerekli. Eğer siz de piyasada bulamayacağınız, evladiyelik eski usül bir tavaya gözüm gibi bakarım diyorsanız elimdeki 4 tavadan birini neden size vermem gerektiğini yorumlar kısmına yazabilirsiniz.
Ha! Ben bunları direkt olarak Hecha’nın sahibi Yağız Bey’den aldım. Yukarıda bahsettiğim yazılardan birinde emaye kaplama yapmak zorunda olduklarından bahsetmişti. Ben de kaplamasız bir kaç ürünü bizimle paylaşırsınız artık dedim. Sağolsun hemen ürünleri (skillet) gönderdi bana.
Emaye kaplamanın temizleme ve bakım yönünden kolaylık sağlamasına karşılık çıplak demirin bazı avantajları şunlar:

  • Pişirdiğiniz yiyeceklere demir takviyesi yapar
  • Seasoning işlemi ve üzerinde yaptığınız her pişirme tavanıza bir şeyler katar. Bu, bir sonraki pişireceğiniz yemeğe isli, karamelize bir tat katabilir.
  • Daha yüksek ısılara dayanıklıdır ve rahatlıkla metal gereçler kullanabilirsiniz.
  • Zamanla daha iyi bir yapışmaz yüzey sağlar
  • Her seferinde yıkanıp sıfırlanmaması, sürekli gelişen bir şey olması çok güzel!


Yukarıdaki resimde tavanın çıplak demir halini ve seasoning sonrası halini görebilirsiniz. Size çıplak demir hali ulaşacak ve geliştirmeye kendiniz başlayacaksınız.

Kısa Süreli Ortamlarda İkilmlendirme İlkeleri

“Kısa süreli ortam”dan kasıt, toplu taşıma araçları, alışveriş merkezleri, v.b. Yani genelde üzerimizdeki giysileri değiştirme imkanımızın olmadığı mekanlar. Yıllardır şu “kliması olmuş çekmiş fişini koparmış” ortamlarından kurtulamadık. İlkelerimiz oldukça basit:

  1. Dışarıda hava soğuksa içeriyi hamam gibi ısıtma. Dış koşullara göre giyinmiş insan, dışarısıyla hiç alakası olmayan bu tropik ortamda isilik olur. Doymuş insana ısrarla yemek yedirmek nasıl bir işkenceyse, donmuş insana sıcağı dayamak da bir süre sonra benzer bir etki doğurur.
  2. Dışarıda hava sıcaksa içeriyi kutup gibi soğutma. Dış koşullara göre giyinmiş insanın, dışarıyla hiç alakası olmayan bu polar ortamda kötü donar. Yazın ortasında elimizde hırkayla dolaşmak zorunda mıyız lan biz!

Rica ediyorum ilgili birileri ufak bir araştırma yapıp yayınlasın. Desin ki “Şu dış sıcaklıklar arasında iç ortamların 5 derece soğutulması önerilir”. Aynı şekilde ne kadar ısıtılması gerektiğini…
Arz ederim.

V for Vendetta Yumurtası

Filmi izleyenler dikkat etmiştir… V, kızı kendi evinde ağırlarken ona yumurtalı ekmek gibi birşey yapar. Bu olaydan sonra kız V’ye hasta olur ve birlikte devrim yaparlar. Biraz abarttım ama gerçekten nefis birşeymiş. Şimdiye kadar kime yaptıysam şaşkına döndü. Böyle ağır birşeyi hayatına sottuğum için sövenler de oldu. Siz de deneyin.

Malzemeler

Malzemeler

  • Ekmek
  • Yumurta
  • Tereyağı

Malzemeler aslında basit ama uygun ekmeği bulmakta zorlanabilirsiniz. Standart tost ekmekleri bu iş için biraz küçük kalıyor. Mümkün olduğunca büyük dilimlenmiş, istediğiniz çeşit bir ekmek işinizi görecektir.

Ekmeğin ortasında bir bardak yardımıyla koca bir delik açın.
1
Buraya daha sonra yumurta kırıcaz. Dolayısıyla doğru ekmek-yumurta-bardak boyutlarını seçmeniz çok önemli. Yumurta taşmadan bu deliğe sığmalı, ama bunu sağlamak için ekmeği gereğinden fazla delmemelisiniz. Anahtar noktalardan biri de orta boy yumurta almanız olabilir. Paketli satılan yumurtaların üstünde genelde boyutu yazar.
Delik ekmek
Tavada ekmeğin bir yüzünü kaplayacak ve biraz da artacak kadar tereyağı eritin. Bu konuda elinizi korkak alıştırmayın.2
Tereyağının yanmasına izin vermeden ekmeği yağın üzerine yerleştirin.
Ekmeği tavada hafifçe gezdirerek tereyağını güzelce çekmesini sağlayın. Çıkardığınız ekmek içini de yine tavaya atabilirsiniz.
3
Yumurtayı ekmekteki deliğin içine kırın.
4
İlginç değil mi? Ha bu arada yumurtanın ekmeğin altından sızmaması için ekmeğin kenarlarından bastırmanız gerekebilir. Bunu yumurtayı kırmadan önce yaparsanız daha iyi olur. Yumurta sızarsa da üzülmeyin, ziyanı yok. Belki daha güzel bile olur.
Yumurta bir miktar pişene ve ekmek kızarana kadar, orta ateşte bir süre pişirin. Bu arada yumurtayı istediğiniz gibi tuzlayın. Tabii yumurtanın üstte kalan tarafı pek pişmeyecek. Bu da bu işin zor kısmı. Çünkü şimdi bunu ters çevirmeniz gerekiyor. Ekmeği tavanın kenarına ittirip ekmeğin diğer yüzü için biraz daha tereyağı ekleyin. Tereyağı erir erimez spatula gibi bir şey yardımıyla ekmeği yağın üzerine çevirin. Bu kısmı halledebilirseniz hayatta hiçbir şeyden korkmanıza gerek yok. Çok kral adamsınız/kadınsınız demektir. Aynı şekilde bu tarafı da pişirin.
5
İşte hazır.
son
Çatal bıçak yardımıyla rahat bir şekilde yiyebilirsiniz. Yanında peynir de iyi gider. Hatta benim aklım almasa da bal veya reçel de tercih edebilirsiniz. Kahvaltıların kahramanı olmaya hazır olun. Bu konuda daha fazla kaynağa ulaşmak isterseniz olayın adı “egg in a basket”.

Apple Mashintop

MashintopSene 2000. Bursa’da talebeyken web siteleri yapan bir firmaya girmiştim Webmaster olarak. O meşhur müşteri profiliyle tanışmam fazla zaman almadı. “Düğmelerin üzerine gelince ses çıksın”, “Dünya dönerken bizim fabrikaya zoom yapsın, üstüne tıklayınca da benim resmim çıksın”, “Sayfa açılınca Mozart’ın Türk Marşı çalsın” ve daha niceleri…
Birgün “spor malzemeleri” satan yerel bir firma ile çalışıyoruz. Adamlar da bizzat gelmiş ve isteğimiz üzerine bir CD’de logolarını getirmişler. PC’ye takıyorum CD’yi, garip bir dosya formatı… Nerden baksan 80-90 megabayt var. Bu heralde “Machintosh” dosyası, bunu biz açamayız, yaptırdığınız yere götürün Machintosh’ta açıp küçültsünler ve PC’de açılabilecek şekilde kaydetsinler dedim. Daha doğrusu siz onlara öyle deyin anlarlar dedim. Tamam dediler, daha sonra farklı konularda konuşma devam etti. Bir süre sonra adamlar kalktı gidiyor, biri dedi ki “Tamam o zaman o logoyu da verelim biz, meşin top mudur nedir onda halledip versinler”. Bi de adamlar spor işinde ya, tam oldu yani. Dört kat fazla gülmüşüzdür o yüzden :)

Gelecekte yaşadığımızı gösteren 5 şey

Gelecek de bir gün gelecekBilim-kurgu seviyoruz. Mars’ta koloni kurmayı bekliyor, ışınlanma harbiden olur mu diye tartışıyoruz. Fazla ilerisini düşünmemize gerek yok. Sadece birkaç 100 yıl önceki durumumuzu hatırlayıp bugün olanlara yeterince şaşırabiliriz:

İletişim – Ulaşım Teknolojileri
Dünyanın başka bir noktasını oraya hiç gitmeden görebiliyoruz, çok uzaklardaki kişilerle istediğimiz zaman konuşabiliyoruz. Normalde bunu yapmak için ömür boyu seyahat etmemiz gerekirdi, muhtemelen de yolda ölürdük. Gerçekten gitmek istediğimizde ise saatlerle ifade edilen sürelerde bambaşka bir hayata adım atabilyoruz. Bu aslında imkansız bişey gibi…

Hava Durumu
Çok normal birşeymiş gibi hergün televizyon karşısına geçip yarın havanın nasıl olacağını izliyoruz.

Elektrik – Yol – Su
Evlerimizde su var. İstediğimiz zaman düğmeyi çevirip su akışı sağlayabiliyoruz. İstersek sıcak su da akabiliyor. Elektrik olayına girmiyorum bile. O tip şeyler anlaşılmaz şeyler halen.

Modern Yaşam
Hergün sürüler halinde işe gidip aynı şekilde eve dönüyoruz. Bütün sene çalışmamıza karşılık istediğimiz yerlere gitmek, tamamen kendimize vakit ayırmak için 1-2 bilemedin 3 hafta tatilimiz oluyor. Çoğu sabah kahvaltı etmeye bile vakit bulamadan zar zor kalkıp işe yetişiyoruz. Ertesi gün işe gideceğimiz için gece istediğimiz şeyleri yapamıyoruz. Yatana kadar televizyon izleyerek vakit öldürüyoruz. Bunları yapmak için çocukluğumuzdan itibaren eğitim görüyoruz ve bu tarz bir yaşamda kendimizi “başarmış”, “meşgul ve önemli” görüyoruz. Bu durum da politik içerikli bilim-kurgu filmlerini andırıyor.

Dokanmatik ekranlı telefon ve bilgisayarlar
Resmen parnağımızla ittire çektire bişeyler yapıyoruz ekranda. Bunun havada yapılanı çıkınca olay bitecek zaten.
Cümleten geçmiş olsun.